GÜNCEL

Taha Kılınç : Kıbrıs: Yavru ve yabancı vatan

Tarih
15 Ocak 2017
İzlenme
918 Kişi
Râşid halifelerin ikincisi Hz. Ömer, kendisinden Kıbrıs'ın fethi için müsaade isteyen Şam Valisi Muâviye bin Ebî Süfyan'a izin vermemişti. Valisine cevap yazmadan önce Amr bin Âs'tan Akdeniz'de düzenlenen seferler ve kullanılan gemiler hakkında bilgi isteyen Halife, deniz yolculuğunu güvenli bulmamıştı. Cevabî mektubunda, “Tek bir müslümanı bile o gemilere bindirmem” diyordu.

Hz. Ömer ayrıca, fetihlerde acele edilmemesi, düşman topraklarına dair ayrıntılı bir stratejik planlama yapılması ve elde tutulamayacak bölgelere seferlerin geciktirilmesi gerektiği düşüncesindeydi. İslâm tarihi kaynakları, o dönemde Bizans İmparatorluğu'nun yönetimindeki Kıbrıs'ın fethine müsaade etmemesinin ikinci sebebi olarak, onun bu düşüncesini gösteriyor.


Kıbrıs'ın müslümanlar tarafından fethi, 649 yılında, Hz. Osman'ın hilâfeti döneminde gerçekleşti. Filistin'in Akkâ limanından gemilerle yola çıkan İslâm ordusu içinde sahabeden Ubâde bin Sâmit ve eşi Ummu Harâm binti Milhân da vardı. Bugünkü Larnaka kenti civarına çıkarma yapılırken atının ürkmesiyle yere düşen Ummu Harâm, Kıbrıs seferinin ilk şehidi oldu. Kabri, bugün “Hala Sultan Tekkesi” nâmıyla bilinen meşhur bir ziyaretgâh.


1571'de, Sultan 2'nci Selim döneminde Osmanlı İmparatorluğu toprağı haline gelen Kıbrıs, o zamana kadar sırasıyla Emevîler, yeniden Bizans, Haçlılar, Cenevizliler, Memlûklar ve Venedikliler tarafından idare edilmişti. Tüm bu yönetimler, Doğu Akdeniz'deki hâkimiyetleri açısından Kıbrıs'ı vazgeçilmez kabul etmişler, adayı mutlaka ellerinde tutabilmek için yoğun çaba harcamışlardı.


1878'de Rus tehdidine karşı bir koruma sağlama umuduyla Sultan Abdülhamid döneminde İngiltere'ye kiralanan, 1914'te ise İngilizler tarafından ilhak edilen Kıbrıs, geçtiğimiz 100 yıl içerisinde bütün Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin dış politikadaki yumuşak karnı olmayı sürdürdü. 1960'taki bağımsızlığın ardından, yıllar içerisinde Rumların Türk azınlığa karşı düzenlediği sistematik saldırıların doruğa çıkmasıyla 1974'te düzenlenen 'Barış Harekâtı' ve ardından 1983'te Türkiye'nin 'Kuzey Kıbrıs'ı müstakil bir siyasi varlık olarak tanıması, bu süreçteki dikkat çekici dönüm noktalarıydı.


Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, hâlen sadece Türkiye tarafından resmen tanınan bir oluşum. Müttefikimiz olarak kabul ettiğimiz Avrupa ülkeleri, Kıbrıs sorununda Yunanistan'ı ve Rum kesimini tutarken, İslâm dünyasındaki müttefiklerimizden de henüz bu konuda herhangi bir destek alabilmiş değiliz.


***


Bütün köy ve kasabaları da dâhil, iki defa karış karış Kuzey Kıbrıs'ı gezme imkânım oldu. İslâm'a dair sembollerin silinmeye başladığı, camilerinin kapıları kapalı, açık camileri de cemaatsiz, yerli Türklerin kendilerini 'Türk' olarak tanımlamaktan imtina ettikleri, Türkiye'nin sadece Girne ve çevresindeki eğlence merkezlerini ziyaret eden vatandaşları ve ordusuyla tutunmaya çalıştığı bir Kıbrıs'a şahit oldum. Dışarıdan iskân ve ithal edilen küçük Türk gruplarsa (öğrenciler, STK temsilcileri, ticaret erbabı vs.), Ada'nın genel görünüm ve gidişatını değiştirmekten elbette acizdiler.


Gerek azınlık olarak yaşamanın neden olduğu kimlik bunalımının, gerekse Güney Kıbrıs'ın faydalandığı refah ortamına olan özlemin Kuzey Kıbrıslıları, duygusal anlamda Türkiye'den kopardığını gözlemledim. Kâhir ekseriyet Türkiye'yi bir 'yük' olarak algılarken, mümkün olan en hızlı şekilde Ada'da Rumlarla entegre olarak Avrupa safına geçmek istiyor. Yapılan anketlerin, referandum ve seçimlerin, halk tarafından işbaşına getirilen hükümetlerin vb. açıkça gösterdiği üzere, Türkiye'nin nüfuz alanından ve gölgesinden çıkmak, artık Kıbrıslıların temel hedefi durumunda.


Elbette işin askeri, ekonomik, siyasi, sosyal, demografik birçok boyutu var. Muhtemel bir entegrasyon girişiminin Rumlardan nasıl bir reaksiyon göreceği sorusu bir yana, Türkiye'nin desteği olmaksızın böyle bir kopuş sürecinin yaşanması şu aşamada imkânsız görünüyor.


***


Sınırların dışında kalan bir toprak parçası, ancak iki yolla elde tutulabilir. Birinci yöntem, ki riskli ve bol masraflı olanıdır, silah ve asker gücünü kullanmak. Diğeriyse, ekonomik ve kültürel hegemonya tesis ederek dolaylı denetim kurmak.


Türkiye, geldiğimiz aşamada Kıbrıs'taki nüfuzunu ancak kültürel ve ekonomik hegemonya yoluyla koruyabilir. Duygusal olarak kaybedilmiş, halkının da gönlü karşı tarafa kaymış bir Kıbrıs, ara çözümler üretilerek ve dünyada kimsenin ciddiye almadığı siyasal yapılar oluşturulup desteklenerek elde tutulamaz.


Yapılması gereken şey, en acil ve adil biçimde, Kuzey Kıbrıs halkının tercihlerinin ortaya çıkmasına imkân vererek, Ada'da uluslararası sistemin muhatap kabul edeceği bir yönetim kurmaya çalışmaktır. Kıbrıslıların tercihi bizim kabullenmekte zorlanacağımız türden olsa bile, daha uzun vadeli ve kalıcı kazançlar için buna müdahale edilmemelidir.


İngilizlerin İslâm coğrafyasında vaktiyle kontrol altına aldıkları birçok ülke, bağımsızlıklarını kazandıktan sonra bile İngiliz etkisi altında yaşamayı sürdürüyor. Miras bırakılan siyasal sistem ve kurulan ekonomik ve kültürel bağlar, o ülkelerin hâlâ İngiltere mihverinde kalmasını sağlıyor. Bu siyasetten alınacak büyük ibretler ve dersler var.

Yenişafak
15 Ocak 2017

YORUM YAPIN

Yorumlarınız editörlerimiz tarafından okunup onaylandıktan sonra yayına alınacaktır.

  • YORUMLAR
  • mechul

    15 Ocak 2017
    0 0
    kıbrıslıların yazının bir bölümünde türkiyeden ayrılmak istediklerini söylüyorsun ardından ingilterenin sömürgelerinin ondan ayrılmadığını söylüyorsun çatışıyorsun
YAZARIN DİĞER MAKALELERİ Tümü
BU KATEGORİDEKİ DİĞER MAKALELER